19 Ocak 2010 Salı

Hrant Dink neyi başardı?


Bugün Hrant Dink'i üçüncü ölüm yıldönümünde anarken Mehmet Ali Ağca'nın şan ve şöhretinden de bahsetmekteyiz. İronik ama gerçek. Nasıl ki Mehmet Ali Ağca'ya verilen değer Abdi İpekçi'ye verilmediyse, Ogün Samast'a verilecek değer de Hrant Dink'e verilmeyecek. Bu bahsettiğim olgu çoğunluğun nezdinde olacak olandır. Tabi ki bizim için Hrant Dink değerlidir, kıymetlidir. Kaldırma saçılmış kanının tek bir damlası bile Samast ve türevlerinin hücre ile atomlarından daha kıymetlidir.

Hrant Dink niçin öldürüldü? Bu sorunun cevabını ben, tabiki küçük antenlerimle bilemem. Belki bir masumu kurban etmek istediler tanrılarına? Belki korkutmak istediler bizi? Belki köşeye sıkıştırmak istediler hükümeti? Belki de hepsi.. Ama bence, her ne amaçladılarsa, üç yıl önce tam da bugün amaçları az da olsa geri tepti. Nasıl mı? "Hepimiz Ermeniyiz, Hepimiz Hrant'ız" sloganlarıyla. Farklı renklerden, farklı dillerden, farklı inanç ve ideolojilerden binlerce insanın bir "ermeni" için gözyaşı dökecekleri, bu cani planı tezgahlayanların akıllarının ucundan geçti mi? Bence hayır.

Hrant Dink katledildi, evet! Üstelik arkası dönükken, kalleşçe. Üstelik kaldırıma serildi boylu boyunca. Üstelik delikti ayakkabısının bir teki. Üstelik ölüyken bile yakışıklı, mağrur ve karizmaydı. Üstelik katile övgüler düzüldü, şarkılar yazıldı, tribünlerde ismi haykırıldı. Üstelik nerdeyse tüm devletin bu suikasttan haberdar olduğu ve Hrant Dink'in devletçe feda edildiğinin ipuçları da geçti elimize. Üstelik, üç yıl geçmiş olmasına rağmen hala bir arpa boyu yol alınmadı ama Hrant Dink'in kanı o kadar da boşa akmadı bence.

Hrant Dink'in kanı o kadar da boşa akmadı. Biz Hrant Dink'in kaldırıma saçılan kanı sayesinde kirli oyunların daha da bir farkına vardık. Biz o kanın dökülmesi ile derin devlet nazarındaki kıymetimizi ve muhtemel sonumuzu öğrendik. Biz o kan sayesinde, ermeni kelimesinden tırsarken, hatta ve hatta o kelimeyi küfür niyetine kullanırken bir Ermen'iye acıdık, bir Ermeni'yi bağrımıza bastık ve bir Ermeni'yi anlamaya başladık. Hrant Dink suikastı bir kırılmanın başlangıcıdır ve bu kırılma sosyal mermerde meydana geldi. Artık birbirimizin acılarına o kadar da yabancı değiliz. "Herşeye inat hala Ermeni, hala Hrant'ız."

Kısaca Hrant Dink neyi mi başardı? Yukarıdaki resmi.

5 Ocak 2010 Salı

Enver Aydemir üzerine...


‘Serbest bırakılan’ Enver Aydemir 2 sene sonra geçen hafta İstanbul’da gözaltına alındı ve askeriyeye teslim edildi.

Ne olduysa da bundan sonra oldu.

Askerî giysi giymeyeceğini söyledi ve karşılığı falaka oldu!

Babası ile en son dün görüştüğümde avukatın ayaklarının hala çok şiş olduğunu ifade ettiğini söyledi.

Beş günde inmeyen ayaklara nasıl bir falaka atıldığını düşünemiyorum bile…

Askeri giysi giymeyen Aydemir’in sivil kıyafeti zorla çıkartılmıştı ve ilk gecesini çıplak geçirmiş...

(Atatürk kimmiş? Masum bir insanı saatlerce falakaya alıp bu kış ortasında soğuk taşta çıplak yatırabilecek insanların yolunu yol bildikleri lidermiş!)

Elbiselerinin alınmasını protesto için açlık grevine başlayan Müslüman’a bir de bunun için dayak atılmıştı…

Serum verilmesini kabul etmeyen Müslüman’a bir de bunun için dayak atılmış…

Bir dayağını Albay atmış ve gözü mosmor edilmiş…

Bir manga asker tarafından cebren askeri kıyafet giydirildi ve yine zorla serum verilmiş…

Dram sürüyor, Enver Aydemir Maltepe Askeri Cezaevi’nde…

Şimdi süreç içerisinde neler olduğunu ‘yakından’ takip eden birisi olarak açık söylemeliyim: Gafil avlandık!

Memleketim Müslümanlarının böyle bir duruma hazırlığı hiç yok…

27 Aralık Pazar 12:30’da Taksim GS Lisesi’nin önünde ilk basın açıklaması ve protesto eylemi yapıldığında yaşananlar bunun açık örneği…

Yaşanan iletişim sorunundan dolayı 500 metre ileride olmasına rağmen gelemeyen Müslümanlardan değil, ‘Enver Aydemir’le Dayanışma İnisiyatifi’nin uzun saçlı-keçi sakallı tiplerini gördüklerinde ‘komünist bunlar, bizim eylem ileride’ diyerek ellerinde Filistin bayraklarıyla ‘ilerleyen’ tipolojiden söz ediyorum…

‘Memleket zaten karışık, zamanı mıydı kardeşim!’ cilerden söz ediyorum. Karışık olmadığı ay değil gün varmış gibi…

‘Herkes vicdani ret yaparsa vatanı kim bekleyecek, düşman namusumuzu beller kardeşim’ cilerden söz ediyorum… Yedi komşumuzun düşmanımız olduğu paranoyasını üç tarafımızın deniz olması kadar gerçekmiş gibi beynimize işleyenlerin laboratuvar kobaylarından olmadığım için Allah’a şükrediyorum…

Evet, şimdiye kadar hiç kimse İslami kimliğini ortaya koyarak Laik devlette ve Kemalist orduda askerlik yapmayacağını belirtmemişti, torpil, tecil hatta çürük raporu gibi yan yollara başvurmuştu…

Evet, vicdani retçilerin tamamı solcu, sosyalist, komünist, liberal vb kanatlardandı.

Ama şimdi durum değişik!

Durumun adı Enver Aydemir!

Tam adını koymak gerekirse ‘Tağuta askerlik veya kölelik yapmak istemeyen Müslüman bir kimlikten’ söz ediyoruz…

Durum değişik ama sorun aynı!

Sorunun adı Kemalizm!

Yine Kemalizm! Hep Kemalizm!

Halkın inanç, ahenk, karar ve tercihlerine saygısı olmayan, elitist, sekülerist ve en önemlisi bu topraklardan olmayan, olmayı da hiç denemeyen, ithal ve kibirli bir diktatorya!

Ama halkımız bunu anlamaktan anlasa dahi gereğini yapmaktan uzak…

Artık çok çok uzak demiyorum ama yine de uzak…

Oysa Kemalizm, bu toprakların şimdiye kadar gördüğü en büyük bela!

Nedir sahi şu Kemalizm?

Halkın başına taktığını beğenmediğinde darağacında asabilecek veya okuldan atabilecek veya etnik haklar istendiğinde asit kuyularında yakabilecek potansiyeliyle, darbeyi mübah gören çarpık siyaset anlayışıyla, açıl-a-mayan arşivleriyle, tanrılaştırılan iş birlikçileriyle, hemen her cadde, okul, meydan ve heykelde capcanlı yaşıyor görüntüsüyle makyajlanan dünyanın en kof ve utanç verici sistemi!

Peki Kemalist TSK?

Bu halkın evlatlarını cebren muvazzaf kılarak bu evlatların ailelerinin vergileriyle ayakta duran, aslında beslendiği tek damar ise ironik biçimde karşı olduğu halkın inançlarının üflediği devletçilik, militarizm ve had safhada pasifizm olan, üzerindeki şaibelerin her geçen gün arttığı ve ‘artık yenisiyle değiştirilmelidir’ denilen yapı!

Kemalist TSK’nın, Enver Aydemir ile karşılaşması esasen Türkiye’de yeni yetişen bir dipdiri bir kuşakla çürük bir ideolojinin karşılaşmasıdır.

Aydemir’in açıklamasını bir daha okuyabilirsiniz…

Daha ne desin bu insan?

Sözleri “Siz adam gibi adam olun ben de asker gibi asker olurum” demeye gelmiyor mu?

Yahu pek çok kalem sahibi ordunun komple değiştirilmesi gerektiğinden söz ederken Enver Aydemir bunu bile söylemiyor!

Ya ne diyor?

“…yaşadığım coğrafyanın gerçeklerini de göz önüne alarak, ortak yaşamın getirdiği sorumluluklar çerçevesinde inançlarıma uygun ve bireysel haklarımın tanındığı (eğitim özgürlüğü, kılık-kıyafet özgürlüğü, düşünce özgürlüğü vb.) bir ortamda kamu hizmeti yapabileceğimi beyan ediyorum.”

Kime söylüyor?

Kamuoyuna!

İşte tüm sorun burada!

Bu ülkede kamuoyunda söylediğiniz herhangi bir şey Anıtkabir’i Kabe zan eden yapı için bir şey ifade etmiyor!

Bitmedi!

Enver, vicdanî red hususunda kendisini taklit etmek isteyen dindar gençlere karşı çıktığını, çünkü bunun bir şekil değil, inançtan kaynaklanan sahici bir ihtiyaç olması gerektiğinden de bahsediyor…

Peki Kemalizm’in, yaklaşık olarak profilini özetlemeye çalıştığımız bu insana ve duruma reva gördüğü muamele nedir?

Ailesine, kendisine ve inançlarına galiz küfürler, dayaklar, falakalar, çıplak bırakmalar vs…

Bütün bunlardan sonra Kemalizm’in neden Türkiye için bir utanç vesilesi olduğunu daha iyi anlayabiliyor muyuz, bilmiyorum…

Bıraktık Kemalizm’in dinî eleştirisini, bu fikriyatın en küçük düzeyde bile insanlıkla alakası var mı?

Enver evli ve 2 çocuğu var!

Karısını, anasını ve iki bacısını inançları gereği taktıkları başörtüsüyle size bu millet tarafından emanet edilen ve askerî denilen bölgenize almayacaksınız ama yakınlarına yaz sıcağında nizamiye önünde bekleme ve ağlama cezası verdiğiniz adamdan kendinize itaat ve hatta ‘şehadet’ falan bekleyeceksiniz öyle mi?

Bu ne asil ne de adil bir şey yahu!

İronik ve zavallıca!

Yok yok, mezkur yazarlar haklılar, bu ordu vallahi adam olmaz, değiştirelim…

Mehmet Altan’ın Amerikalı bir gazeteciden aktardığı söz tam isabet kaydediyor:

“Her devletin ordusu varken, Türkiye’de Ordu’nun devleti var!”

Bir başka açıdan bakarsak bu sözü daha iyi anlarız…

Enver Aydemir’in tutuklandığı gün, AK Parti Hakkari Milletvekili Abdülmuttalip Özbek, ilk kez TBMM’de, TSK’nin bütçesini ve çözümsüzlükte TSK’nin rolünü alanen dile getirdi. TSK’nin savunma bütçesinin genel bütçedeki payı % 7 (TSK’nin genel bütçesinden bahsetmiyorum, sadece savunma bütçesi. Orduların dünya genelinde savunma bütçelerinin genel bütçedeki oranı % 2’yi aşmıyor. Başka bir kıyaslama örneği olarak da, TC’de Kültür Bakanlığı bütçesinin genel bütçeye oranını verelim: % 0.38)

Çıkın dışarı, ister bir kampüse gidin isterseniz kahveye…

İster bir akademisyenle konuşun ister bir ameleyle…

Hiç kimse artık PKK konusunda TSK’ya güvenmiyor!

“Bitmez kardeşim orası öyle gider, çok rant dönüyor o işte!”

Bunu belki binlerce kez duymuşumdur ummadığım düzeyde mutedil ve mazbut insanlardan…

Kemalist Sistem’in demokrasiyi, eğitimsiz ve ekonomisiz halkı oy deposu olarak kullanabildiğinden dolayı sevdiğini biliyoruz…(Bkz. Süleyman Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz vb…)

Ama sistemin askerî kanadının halkı aynı zamanda ‘asker deposu’ olarak kullandığı dikkatlerden fazlasıyla kaçıyor!

‘Onuncu yıl’ marşları ve ‘Her Türk asker doğar’ masalları, kan ve gözyaşı dökülen, kirli bir savaş yürütülen, kin ve nefret üretilen, toprağa düşmüş gençleri gömülen halkı uyutmak için rejimin dinî ilahileri gibidirler…

Oysa Enver Aydemir’lerin kafa ve kalp kriterlerini inşa eden İslam buna izin vermez!

Pazar günü Galatasaray Lisesi’nin önünde dediğim gibi:

“Mesele, İslami inancını ve imanını ortaya koyarak Kemalist bir yapıda ve resimde yer almak istemediğini bildiren Enver Aydemir ise herkes bilsin ki

biz Müslümanlar anamızdan sadece ana-babamıza oğul ve Allah’ımıza kul olarak doğarız!

Bundan başka hiç kimseye hiçbir borcumuz yoktur!

‘O vatanı kurtardı bu batırdı’ tartışmaları tarihîdir, felsefîdir, masumların hayatları bu tartışmalara heba edilemez!

Birileri bu ülkede 1920’lerin modası tek parti döneminin bittiğini, birileri bu ülkede Kemalizm’in çöktüğünü ve Kemalist Diktatorya’nın artık hiçbir şey emredemeyeceğini anlayamıyorsa akıllarını geliştirmeleri gerekir, masum insanlara işkence etmeleri değil!

Kemalistler hala insanları aptal sanmaktaysa bu onların sorunudur!

Bu halkı artık kandıramazsınız!”



Evet, Enver Aydemir bir ilk’imiz…

Ama unutmayın, Enver’e vereceğimiz destek de bir ilk olacak!..

Umarım hamasî tartışmalarda boğulmayan ve kuklayı değil kuklacıyı hedef alan fiilî dualarımızda buluşuruz…

Kaldı ki bu fiilî duaların ilk örnekleri de gelmeye başladı...Yıllardır Kemalizm`in ne idüğünü bağıra çağıra bu memlekette anlatan iki kuruluş olan Özgür-der ve İLKAV , Enver Aydemir örnekliğinde İmani Red`de tam desteklerini ortaya koydular.

Not: Bu yazıyı yayımladığımız saatlerde Enver Aydemir Eskişehir’deki cezaevine henüz transfer oldu. Yola çıkmadan önce açlık grevini bitirmesi için Aydemir’in sivil kıyafetlerini giymesine izin verildi. Beş günden bu yana ilk kez yemek yiyen Enver Aydemir ile ilgili tüm yeni gelişmeleri inşallah www.AnaliZmerkezi.com’da paylaşacağız…

Ayrıca yine akşam saatlerinde bu kez askeriyeden değil de polisten gelen bir saldırı haberiyle karşılaştık.

Nuray Canan ve Ömer Bezirgan`a polis karakolunda uygulanan darp ve işkence, bu ülkede Müslümanlar`ın, askeriye ve polisiye ayırt etmeksizin, devletin her alanına sızmış iğrenç, elitist, müstekbir, zalim, sadist ve insanlık dışı bir sistemle karşı karşıya kaldığını olabilecek en itirazsız şekilde ispatlıyor...

Fatih Tezcan

Halkın savaşı...

Bir halkı yok saymak, o halkı asimile etmek ve çoğu yerde katletmekle açıldı Pandora'nın Kutusu. Ve hala biz geçmişte başlayıp, günümüzde hala devam eden yanlışların felaketlerini yaşayan bir toplumuz. Kürt toplumu da öyle Türk toplumu da. Şüphesiz bu orantısız savaşta çoğu şeyini yitiren Kürtler oldu. Çocuklarını, babalarını, önderlerini, okumuşlarını, alimlerini, dillerini ve kültürlerini. Belki de en önemlisi, diğer halklara karşı güvenlerini yitirdiler. Türkler ise evlatlarını yitirdi bu anlamsız, belki de anlamlı, savaşta. Daha da değerlisi, "doğru"yu da yitirdiler ve uzun bir süre bulamayacakta gibiler. Yoksa, barışa, kardeşliğe karşı çıkmanın mantığı nedir? bilemem.

Bu savaş, halkların savaşı. Ne bir generalin çocuğu girer bu savaşa ne de bir bakanın oğlu. Ne zengin bir işadamının oğlu askerlikte güneydoğuya atılır ne de bir PKK komitesi üyesinin oğlu. Bu savaş tamamen halkın savaşı. Demeç verenlerin samimiyetsizliği suratlarındaki hâfi sırıtışta bu kadar aleni iken tersini düşünmek aptallık derecesinde bir iyimserliktir. Ne yazık ki böyle aptallar bakımından da zengin bir ülkeyiz.

TBMM, TSK, CHP, MHP.... Savaşı rahat koltuklarında, ellerinde patlamış mısır, ekranlarda izlemektedirler. Savaş, ekrandan bakınca normal bir şeydir. İçinde olunca depremler meydana getirir ruhlarda. Görmeyen, yaşamayan bilemez. Başkasının cebinden cömertlik, başkasının canından kahramanlık yapmak hem kolaydır hem de insafsızcadır.

Bir video kaydı düştü internete. Bir gerilla cesedini yerden sürükleyen bir asker ve o gerillanın cesedini tekmeleyen başka bir asker. Güzel yurdumun güzel insanları... Yaralıyken sargı bezini düşmanının yarasına basan mehmetçiğin kahraman torunları.... Kimileri övdü bu video görüntülerini, kimisi de tevil etti. İnsaf sahipleri de vardı şüphesiz. Ama neylersin. Biz, bir cesedin tekmelenmesini dahi savunan bir nesil içerisinde yaşamaktayız.

Evet... Savaşmak kolay. Barışmak ise çok zor. Umud...

3 Ocak 2010 Pazar

Masturbatif yazılar...

Cemil Meriç, ilköğretimde yazdığı bir yazının hocası tarafından acımasızca eleştirildiğini anlatır. Bu duruma üzülen, belki de gururu incinmiş olan Meriç harika bir çıkarımda bulunur bu olaydan sonra;

"Yazı yazmak, aklına her geleni yazmak değildir."

Yazı yazmak kutsal bir vazife. Yazdığımız her kelime, bu dünya üzerinde bize ait bir iz meydana getirir. Tüm kelimeler bir araya gelir ve bir başka "ben-biz"i oluşturur. Gerçek hayatta ki "ben" ile kelimelerden oluşmuş "ben" arasındaki fark ise samimiyetsizliğimiz ile doğru orantılıdır. Herkes, birşeyler yazarken aslında kendisini yazmaktadır da bunun farkında değildir. Aslolan yüzümüzü mü dökmekteyiz yazıya yoksa başka bir yüzümüzü mü? Bu sorunun cevabı ne olursa olsun neticesi riyakarlıktır.

Bir fıkra:

Dursun Temel'e sormuş;
-Entellektüel mi olmak istersin ibne mi?
Temel;
-İbne.
Niye diye sormuş Temel'e Dursun.
Temel ise;
-Kafama o kadar kitap sokacağıma kıçıma ufacık birşey sokarım daha iyi.
.....

Evet, ibne olmak Entellektüel olmaktan daha kolay. Ama sebebi cisimlerin azameti değil. Yazı, sadece aklın değil vicdanın da süzgecinden geçmeli. İnanabildiğimiz ve her yerde çekinmeden, utanmadan, sıkılmadan bahsedebileceğimiz şeyleri yazmalıyız. Cetvelimiz sabit olmalı. Zorlamamalı bizi.

Herşey gibi yazı da çoğalınca kalitesizleşti. Yazanların, basılı kitapların birçoğu kalitesiz. Belki benim de yazdıklarım kalitesiz. Kötü yazılabilir, ki kötü yazmanın da ölçütü yoktur. Yazılar hakikatimizi anlatmalı. Ne kuru bir nefretin, ne zavallı bir inadın ne de aptalca bir taraftarlığın tekelinde olmalı. Yazının amacı kendimizi değil, başkalarını tatmin etmektir.

"Yazı yazmak, aklına her geleni yazmak değildir."